DEğIşIM

Sımglass

Değişim


“Doğa kendine özgü türleri üretmeyi bitirdiğinde, türlerin sonsuzluğunu yaratmak için insan, doğa ile uyum içinde olan doğal şeyleri kullanmaya başlar.” Leonardo Vinci (1).

Dünyanın evrimi olarak adlandırılan çağlar aslında malzemenin gelişimini ifade etmektedir: Taş Devri (yontma, cilalı), Maden Devri (bakır, tunç demir) vb… Toplumlar, eldeki malzeme olanaklarına göre yaşamlarını kolaylaştırırken, medeniyet düzeylerini de yükseltebilmiştir. İnsanlar malzeme ile ulaşabilirlik koşullarını değiştirerek, daha geniş alanda hareket edebilme esnekliği kazanmışlardır. Yeni araçlar ile daha uzak ve keşfedilmemiş yerlere daha hızlı ulaşabilmek mümkün olmuştur. Toplumların yaşam biçimleri günlük gereksinimlerin karşılanmasından başlayarak, bulduğu malzemeleri de işlemesine bağlı olarak; avcı toplum, çiftçi, yerleşik tarım toplumları, sanayi ve bilgi toplumu olarak bugüne kadar gelişme göstermiştir. Her devir kendi içinde malzeme ve malzemenin sağladığı olanaklara bağlı olarak, insanın gereksinimlerine farklı biçimlerde çözüm bulabilme olanağı vermiştir. Bu gelişmelerle 20. yy’ın son yarısından başlayarak “Plastik Devri” yaşanmaktadır.

Tarımsal düzen içerisinde sınırlı doğal malzemelerle beslenen ve yüzyıllar boyunca edinilen deneyimlerle mükemmelleşen köklü yapı ve detay anlayışı endüstri devrimi ile birlikte birdenbire değişmiştir (2).

Toprak, taş ve ahşap… Endüstri devrimine kadar her ülkede bulunabilir malzemeler olmuştur. Bu malzemeler tarihsel süreç içinde farklı bölgelerde, farklı kültürlerde, farklı biçimlerde kullanılmışlardır. Ortaya çıkan farklı mimari kimlik özellikleri, malzemenin işlenebilme, biçimlendirilebilme özelliklerinden kaynaklandığı kadar, o bölgenin gelenekleri, kültürü ve dini ile de yakından ilişkilidir.

Endüstri devrimi, “teknolojinin, endüstriyel üretimin ve ulaşım olanaklarının gelişmesiyle birlikte birçok alanda yaşanan köklü değişim” olarak tanımlanmaktadır. Birçok konuda (teknoloji, üretim, kültür, ekonomi, toplumun sosyal yapısı, sanat ve mimarlık) önemli değişimlere ve yeni yaklaşımların ortaya çıkmasına yol açmıştır (3). Endüstri devrimi ile birlikte var olan malzemelerin yeni tekniklerle üretimi ya da yeni malzemelerin geliştirilmesi yapı üretiminde farklı tasarım anlayışlarının ve farklı yöntemlerin uygulanabilmesini sağlamıştır.

İlkel insanın, barındığı mağaradan ve yerleşik uygarlığa geçtiğinde oluşturduğu ahşap kulübelerden, günümüzün çelik ve cam gökdelenlerine dek uzanan mimarlık serüveni, tarih öncesi dönemden günümüze kadar olan geniş bir gelişim sürecini kapsamaktadır. Bu süreç, her türlü toplumsal değişimden etkilenir. Toplumsal, teknolojik ya da ekonomik gelişmeler mimarlığı etkileyip değiştirebilir. Bu doğal ve sürekli etkileşim tarihin hemen her döneminde gözlenmiştir (3).

20. yüzyılda mimarlık, tarihsel biçimlerin egemenliğinden sıyrılmış, yeni yapı malzemeleri ile yapım yöntemlerini benimsemiş, çağdaş ve yalın yeni bir mimari anlayışın, modern mimarlığın kapılarını açmıştır (3). 20. yy’da yapı üretiminde de köklü değişimler yaşanmıştır. Kurumlar ve seçkinlerin tekelinden kurtularak bir anlamda “sivilleşen” 20. yy yapı sanatı sade insanların günlük yaşamına yani konuta yönelmiştir (4). Endüstri devrimiyle birlikte cam, çelik ve beton geleneksel yapı tasarım ve üretimini köklü bir değişime uğratan yeni ve geri dönülmez bir süreci başlatmıştır. Endüstriyel malzemelerin potansiyelleri anlaşıldıkça onlardan yararlanan mimarlık da gelişmiştir.

“Teknoloji daima bina formlarını etkilemiştir ve her çağın mimarları malzemelerin teknik olanaklarından ilham almışlardır. Parthenon ve Gotik katedral, her ikisi de esas itibariyle özel bir tekniğin mahsulüdür.” C. Siegel (2).

Cam ile Değişim
“…..Seksen yıl önce buharlı tren ortaya çıktı ve kimsenin yadsıyamayacağı gibi, Dünya yüzeyini tümüyle değişime uğrattı. Buraya dek söylenenlere göre, Dünya yüzeyi değişime uğrayacak ve bu, cam mimarlıkla olacaktır. Eğer gerçekleşirse bu, Dünya yüzeyinin görünümünü değiştirecektir….. (5).

Cam mimari kimliği değişime uğratan en önemli malzemelerden biridir. Endüstri devriminden önce genellikle sanatsal amaçlı nesnelerin üretiminde kullanılmıştır. Yapıda kullanılmaya başlaması, günümüzden yaklaşık 2.000 yıl öncesine dayanmasına karşın, 19. yüzyıl cam üretim tekniklerinin değişmesiyle farklı boyutlarda üretilebilme olanakları, yapı kabuğunda farklı yüzeylerin tasarlanabilmesini sağlamıştır.

Mekan içinde ışığın bir tasarım unsuru olarak cam ile birlikte kullanımı ilk olarak Bizans döneminde dikkat çekmektedir. Bu dönemde, ışık ve cam en kutsal mekanlarda etkileyici bir anlatımla kullanılmıştır.

Gotik mimarlığında daha önce hiç olmadığı kadar aydınlık oluşturmaya doğru yönelme, duvar mimarlığından cam mimarlığına geçişi ortaya çıkarmıştır (6). Işık tasarımının içinde camın rolü tümüyle bu dönem içinde kavranmış ve bu deneyimler modern uygulamalara yön vermiştir. Rönesans mimarlığında da cam yüzeylerin alanı gitgide artmıştır. Soğukkanlı olan yapılarda zengin detay ve cam kullanımı egemen olmuştur.

“Barok mimarlık belirli mekanlarda tarifsiz duygular üretebilen kesin bir ışık kalitesinin yansımasıdır” (7). Barok mimarlığı psikolojik özellikler içermektedir. Biçimlerin üzerinde ışık ve gölgenin meydana getirdiği bir canlılık vardır. Barok mimarlığı, harekete, duyguya, akılcılığa ve maneviyata hitap etkisi ile tanımlanır (8).

Endüstri çağı mimarlığı ise özellikle 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl boyunca etkisini hissettirmiştir. İngiltere’de 1820’li yıllarda ortaya çıkan endüstriyel devrim sosyal reformlar ile birlikte birçok değişime sebep olmuştur. Endüstrileşmeye paralel olarak cam üretimindeki gelişmeler doğrultusunda demir ve camın birlikte kullanıldığı farklı yapı türleri ortaya çıkmıştır.

1690’da Avrupa’da savaşa bütçe yaratmak için cam ve sivil pencere kullanımına vergilendirme getirilmiştir. 10 pencereli bir evin vergisi 1776 ve 1808 yılları arasında yedi kat artmıştır. Sonunda cam üzerindeki vergi 1845’te ve pencere üzerindeki vergi de Crystal Palace’taki büyük serginin yapıldığı 1851 yılında kaldırılmıştır. Fabrikalar, seralar, dükkanlar gibi ticari yapılar bu vergilendirmenin dışında tutulmuş ve bu da camlama tekniklerinin geliştirilmesinde önemli bir etken olmuştur (9).

17. yüzyıl sonlarından 19. yüzyıl ortalarına kadar cam yoğun olarak ticari yapılarda kullanılmış, konutlarda kullanımı varlıklı kişilere ait yapılarda gerçekleşmiştir. İlk olarak bu dönemde cam, yapılarda kullanılan en önemli malzemelerden biri olmuştur. Cam mimarlığı ilk olarak Kuzey Avrupa’da, ışığa olan açlık ve kötü iklim koşullarından korunma isteğinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Böylelikle yapılarda geniş saydam yüzeyler kullanılmış, camın geçirgenliğinden yararlanılarak iç mekanın en üst düzeyde aydınlatılması sağlanmıştır.

“Endüstri Çağı Mimarisi’ne Modern Mimari de diyoruz… Kristal Saray, çeşitli özellik ve nitelikleriyle, Modern Mimari’nin başlatıcısıdır” (10). Dönemin ilk modüler sistemli inşaatı olma özelliğini taşıyan yapı İngiltere’deki bir yıllık cam üretim kapasitesinin üçte birinin yani 83.600 m² cam panelin kullanıldığı saydamlığıyla “Kristal Saray” adını almıştır (11) (Şekil 1).

Ancak, zamanın eleştirel çevrelerinde cam, demir ve ahşap yapı malzemeleri, sanayi yapı malzemeleri olarak düşünülüyor ve kalıcı mimarlıkla özdeşleştirilemiyordu. Kalıcı binalar yapılması gerektiğinde yine tuğla ve taştan yığma yapılar tasarlanıyordu. Bu bakış açısıyla Kristal Saray kısa zamanda yapılıp sökülmesi gereken ve kalıcı olması düşünülmeyen bir fuar yapısından ibaretti (13).

19. yüzyılın geçmiş çağlara öykünen süslü cephe yapılarının yerini işlevi, kurguyu ve taşıyıcı sistemi öne çıkaran yapılar almıştır. Bugün tarihsel olarak “modern mimarlık” olarak adlandırdığımız bu olgu, geçmişteki “neo klasik” ya da “eklektik” anlayışın “üslup” ve “stil” kaygılarını dışlamış, bunun yerine yaşam-mekan ilişkisini ön plana çıkarmıştır. Bu süreç içinde camın mimarlıktaki rolü de giderek artmıştır (4).

Duvar Mimarlığından Cam Mimarlığına…
Geleneksel mimarlıkta malzeme en önemli unsur olarak kabul edilir, mekanlar kalın duvarlar arasına sıkışmış olarak tasarlanır ve ışık mekana ufak pencere yüzeylerinden girerdi (14). Endüstri devrimiyle birlikte camın üretim koşullarının gelişmesi sonucu duvar mimarlığı farklı bir yorum kazanmaya başlamıştır. Yapı kabuğunun sınırları ortadan kalkmaya, yapı ve doğa, cam malzeme araya girmesine karşın bütünleşmeye başlamıştır. Çelik, betonarme ve cam malzeme ile birlikte geleneksel yapı üretim anlayışı köklü ve geri dönülmez bir değişime girmiştir.

“…Taş, ahşap ve betonu kullanırsın, bu gereçlerle evler ya da saraylar yaparsın. Bu yapımdır. Burada yaratıcılık iş başındadır. Ama birdenbire kalbime dokunursun, kendimi iyi ve mutlu hissederim ve ‘bu çok güzel’, derim. Bu ise mimarlıktır, işin içine sanat girmiştir.” Le Corbusier (15).

Bauhaus, ekolünün de kurucusu olan Walter Gropius’un, UNESCO dünya mirası listesine eklenen, günümüzde hala ayakkabı kalıbı üretimine devam eden Fagus fabrikası yapısında kullandığı cam cepheler, temiz geometrik formlar ve işlevsel tasarım anlayışı 20. yüzyıl erken modernizminin temellerini atmıştır (16). Gropius formun yalnızca bir “görünüm”ü ifade ettiğini iddia ederek, camın görsel özelliliği olan saydamlığıyla ilgilenmiş ve kullanmıştır. Gropius mimari açıdan cam duvarı; yağmur, soğuk ya da gürültüden korunmak amacıyla, ana iskeletin düşey kolonları arasında gerilmiş bir ekran olarak düşünmüştür (17).

Camın kullanımına farklı bir yorum getiren Mies van der Rohe’nin imzası olarak nitelendirilebilecek Farnsworth Evi (1911) (Şekil 2), Mies’in yalın estetik fikrinin parlak örneğidir. Ayrıca, modernizmin bütün ideal ilkelerini uyguladığı bu örnekle, Avrupa’da başlayacak hareketin Illinois’ten başlaması mümkün olmuştur. İnce çelik taşıyıcılar ve cam yüzeylerden oluşan kütlede duvarların en aza indirildiği Fansworth Evi mekan kurgusu açısından aslında oldukça çeşitlidir. Tümüyle cam olan Farnsworth Evi için tarihçi Maritz Vandenburg yazdığı monografide yapıyı “Bu yapıdaki her fiziksel öğe imbikten geçirilerek düşünülmüştür ve kendi özünü yansıtmaktadır. İç mekan eşi görülmemiş bir saydamlık ile içselleştirilmiştir.” şeklinde ifade etmiştir (18).

Bruno Taut ve Paul Scheerbart, camın renk ve ışıkla işbirliğinin etkisinde kalmışlardır. Onlara göre cam, ışık ile birlikte atmosferi değiştirebilecek ve mekanı renkle doldurabilecektir. Mimarlığın anlamı ışığı getirebilmektir. Bir yapıdaki bu değişim/hareket, duyguları özgürleştirecek bazı psişik tepkilere yol açabilecektir (17). Taut 1919-1923 yılları içinde mimarlıkta camı ana gereç olarak kabul eden “Die Glaserne Kette” (Cam zincir gurubu) üyeleri arasında yer almıştır (20).

1914 yılında Köln’de düzenlenen Werkbund Sergisi için, Bruno Taut’un Franz Hoffmann ile birlikte tasarlayıp inşa ettiği “Cam Ev” adlı pavyon, malzemesiyle, iç mekanıyla, modern mimarlık bağlamında önemli bir çalışmadır (21) (Şekil 3). Cam, ileriyi etkileyebilecek nitelikte bir ustalıkla yapıtın hemen her öğesinde kullanılmıştır. Kendi ifadesiyle “güzel olmaktan başka bir görevi olmayan” yapının önemli özelliklerinden biri, katı duvar sınırlarını kaldırarak, iç ve dış arasındaki bağıntının camla sağlanması ve geçmişte görülmeyen bir kubbe strüktürünün kullanılmasıydı (20).

Taut, cam pavyonu kendi sözleriyle “Cam kullanımını olası bütün estetik çekiciliğiyle sergilemeye olanak veren olası en hafif beton taşıyıcısı, cam kabuğunun parlayan cam prizmaları, cam tavanları, cam döşemeleri, cam tuğlaları, cam merdiveniyle bütün bu cam hayatımızı daha yoğun yaşamamızı sağlayabilir” diye tarif ediyordu. Ekspresyonistlerin asıl idolü camın mükemmel hali olan “kristal” idi: Mükemmelliğin, tamamlanmışlığın, dayanıklılığın, pırıltının, ışığın ve rengin simgesi olarak kristali yani saydamlığı kullanmaktaydılar (22).

Kristal, Scheebart’ın camın rolünü tarif etmek üzere kullandığı bir mecaz idi: “Işık Evren’in içine işledi ve kristalde yaşam buldu.” 19. yüzyılda kristal çeşitli disiplinlerde sıklıkla rastlanan bir imajdı (17).

Taut, mimari form ve malzemenin ayrılamaz olgular olduğunu düşünerek, camdaki “ışık”ın peşindeydi. Bu nedenle mimari açıdan Taut ve Scheerbart için cam duvar, kendi sanatsal yaratıcılıklarının algılanabilir hale getirmek üzere üstünde çalıştıkları bir öğedir (17).

Taut’un bir yapı malzemesi olarak camla ilişkisi bu kadarla sınırlı değildir. Bir yönüyle hayli gerçekçi düşünen ve öyle davranan bu mimar, yüksek bir dağın tepesine, en yüksek noktasına kondurulmuş bir cam kubbeyi de içeren ve “Alpin Architectur” adını taşıyan bir ütopya geliştirmiştir (21).

Mies van der Rohe’nin dikdörtgen prizmalara indirgediği mimari formu malzemede çelik ve camla minimalize etmesi, 1929’da Barselona Dünya Fuarı Alman Pavyonu (Şekil 4) ile başlayıp anıtsal çelik-cam gökdelenlere uzayan çizgide benimsediği “az çoktur” anlayışı da minimal sanat kavramlarıyla uyuşmaktadır.

Modern mimarlığın ustaları için çelik, betonarme ve camla birlikte yüksek yapı, yeni sanayi kentinin simgesiydi. Mimari pratiği kuramdan önce düşünen Mies van der Rohe için temel sorun; yeni ortaya çıkan bu yapı türüne uygun bir biçimin yaratılması olmuştu. Onun ilk gökdeleni 1921-22’de Berlin’de Friedrichstrasse İstasyonu yakınındaki bir arsa için hazırladığı gökdelendir (25).

Kristal Saray’dan bu yana camın yoğun bir biçimde kullanımı mimarlığı maddesizliğe itiyordu. Mies van der Rohe’nin cam gökdelen fikri, “camın getirdiği iyimserlik” ve deyim yerindeyse bireysellik karşıtlığı bağlamında ortaya çıkmıştır (25).

Mies’in mimarlığa kazandırdığı çelik ve camla oluşturulan yalınlık ve saydamlık konseptinin belki de doruk noktasını Philip Johnson’un kendisi için tasarladığı “The Glass House” (Cam Ev) (Şekil 5) oluşturur. Fansworth Evi’nde bütün cephelere yansıyan asimetri ve farklılık, “Cam Ev”de en aza indirgenmiş ve simetri vurgulanmıştır (26).

Frank Lloyd Wright ise camı mimarların en yeni malzemesi olarak düşünmektedir. Wright, camın insan ve doğa arasındaki geleneksel ilişkiyi değiştirdiğini, ışığı iç mekana servis eden görünmez malzeme olduğunu ifade etmektedir (28). Wright, her malzemenin kendine özgü bir doğası olduğunu, tasarımcının malzemeye biçim dayatmaması gerektiğini, eğer gerçek bir ustaysa o malzemeyi kendi doğasına uygun biçimlere kavuşturacağını savunmuştur (29). Bu nedenle camı yapılarında kullanma şekli de öteki mimarlardan farklıdır.

Camın doğa ile ilişki kurabilme özelliğini her tasarımcı modernizmden sonra dönemsel üsluplar içinde kendine göre yorumlamış ve kullanmıştır. Camın kullanımının belki en fazla eleştirildiği, klasik ve modern mimarlığın cam kullanılarak bütünleştirildiği en ünlü camdan mimarlık çalışması Louvre piramididir (Şekil 6). Louvre piramidi (1989), emektar tarihi yapılara eklenen üstün teknoloji ürünü olarak müzeye olan ilgiyi artırmıştır. Saydam örtüsüyle iç mekanın ışık almasına olanak veren piramit, basit formu ve kullanılan cam ile geleneksel mimarlıkla yarışır niteliktedir (30). Bu yapı beğenildiği kadar çok fazla eleştiri de almıştır. Le Figaro/L’Aurore’un baş yazarı Franz Oliver Giesbert bu konudaki görüşünü; “Cumhurbaşkanları heykellerinin dikilmesini istiyorlar ya da piramitler yaptırıyorlar” şeklinde ifade etmiştir (31).

Mimarlar camı farklı şekillerde kullanarak ortaya çıkabilecek anlamları keşfetmeye başlamışlardır. Bunun ilginç örneklerinden biri Sears Kulesi’nde yer alan “skydeck”lerdir (Şekil 7). 1974-1998 yılları arasında dünyanın en yüksek binası unvanını taşıyan 108 katlı Sears Kulesi, 527 metre yüksekliğindeki gökdelenin 103. katında bulunan “skydeck” adı verilen cam balkonlarda kullanıcıya kendini kuş gibi hissettirmektedir (33). Balkon olarak tanımlanabilecek “skydeck”lerin camdan tasarlanmış olması alışılmış mekan kavramlarını değiştirerek, yüksekten doğaya dokunuşun en cesur, en heyecan verici deneyimini yaşatmaktadır.

Bugün cam ile etkileyici, işlevsel ve ileri düzeyde teknik gerektiren mimari formlar tasarlanabilmekte, üretilebilmekte ve uygulanabilmektedir.

Mimarlık Işığın Altındaki Tasarım Mıdır?
Büttiker ışığın mekandaki etkisini; “Yapı ışığın altındaki bir tasarımdır. Doğal ışık, günün farklı zamanlarında ve yılın farklı mevsimlerinde ışığın nüanslarıyla, mekana ruhsal hal kazandırır ve mekana girip onu değiştirir” şeklinde ifade etmiştir (35).

Işık iyiliğin, aydınlanmanın, akılcılığın, düzen ve sağlığın simgesidir. Bu yüzden 20. yy başında cam başlı başına estetik, kristal saydamlığı akılcı ve ekonomik düşünceyi temsil eden bir malzeme halini almıştır (37). Fiziki anlamda “var” olan saydamlığı ile görsel olarak “yok” olabilen bu “sihirli” malzeme kazandığı her yeni işlev ve kullanım alanıyla yeniden keşfedilmekte ve yaşam bulmaktadır (4).

Mimar yapı kabuğunda cam ile istediği kadar ışığı, istediği renkte alabilir, hatta ışığı spektral renklere bölebilir. Işık ve cam ilişkisi mekanın boyutlarının algılanmasında önemli bir etkendir (Şekil 8). Mekanlar ışık marifeti ile değiştirilebilir, hatta yaratılabilirler, yüzeyler yakınlaştırılabilir ya da uzaklaştırılabilir, nesneler öne çıkarılabilir, dokular değiştirilebilir, mekana yeni bir hava, yeni bir anlam verilebilir (14).

Jean Nouvel, (L’Institut du Monde Arabe) Arap Enstitüsü’nün (Şekil 9) cephe tasarımında geleneksel İslami paravan tasarımını almış ve bunu binanın içine giren ışığı hafifletmek için bir araç olarak kullanılmıştır. Cam ve çelik perde çevredeki ışık düzeyine göre açılıp kapanarak binanın içini ve dışını yumuşatmaktadır. Nouvel’in perdesi çevrenin iklim koşullarına uyumlu dinamik bir yapı yaratmak için geleneksel tasarımla çağdaş teknolojiyi yenilikçi bir tarzda birleştirmiştir (1987) (38).

Tadao Ando ise, ışığın mekanda yarattığı etkiyi; “Benim ışık ile karanlık arasındaki etkileşim ile ilgili yorumum, kendi mekansal deneyimime dayanır. Küçükken Osaka’da bir sıraevde yaşardık. Evin yalnızca doğu duvarında bir penceresi ve bir de küçük tepe penceresi bulunmaktaydı. Karanlıkta, küçük bir ışıkla yaşardık. Ancak, bana ışığın önemini öğreten bu çevre deneyimiydi. Bu karanlık evde ışık günün ilerleyişini anlatırdı ve ben ışığın nerede olduğunu takip etmekle büyüdüm. O günlerde pencereler benim için duvar üzerindeki deliklerden daha fazla şeyler ifade ediyordu. Yaşama mekanımıza hayat üfleyen değerli ışığı sağlıyordu” şeklinde ifade etmiştir (40).

Işık-mekan ilişkisini erken yaşlarda deneyimleyerek sorgulamaya başlayan Tadao Ando’nun en önemli eserinden biri olan Işık Kilisesi’nde (Şekil 10); ışık mekanın işlevine göre en iyi şekilde kullanılmıştır. Işığın Hristiyanlıkta da önemli bir yeri var; Tanrı ışıkla simgeleniyor, insanlar öldükten sonra bir ışığa doğru yürüyor. Bu duyguyu mekanda verebilmek için Ando da, bu kutsal unsuru en ilginç şekilde kullanmıştır. Bir duvarı, kesişen çizgiler halinde dört parçaya bölmüş ve parçalar arasında yarıklar bırakmıştır. Bu yarıklardan içeriye süzülen ışık, haç şeklini almaktadır (41).

Farklı tasarımcı kimliğine bağlı olarak cam ile benzer işleve sahip olan yapılarda bile farklı çözümler ile farklı etkiler oluşturabilmektedir.

Alışılmış dini yapı kimliğinden farklı olarak, tek mekandan oluşan La Estancia Şapeli (Şekil 11) tümüyle cam duvarlar ile tasarlanmıştır. Mekanı biraz çevreden soyutlamak, gizlilik sağlamak, sığınma hissi vermek amacıyla buz şerit şeklinde camlar kullanılmıştır. Camın farklı geçirgenlikleri ile mekanın işlevine uygun bir çözüm üretilmiştir (42).

Cam ile ışığın işbirliği yalnızca yapı kabuğunda değildir. İç mekana ışığın belli kompozisyonlar üzerinden aktarılmasında cam ve ışığın pozitif ilişkisi, tasarımcılar için keşfedilmeye değerdir. 30 yıldır camı yaptığı tasarımlarda kullanan James Carpenter, cam malzemeyi öteki tasarımcılardan farklı olarak, kaplama olarak değil ışığı manipüle etmek amaçlı kullanmaktadır (Şekil 12-14). Carpenter’a göre tipik yenilikçi mimarlar camı, binalarını saydam hale getirmek için kullanıyorlar. Oysa onun için saydamlık, ilgilendiği konular listesinin çok altında yer almaktadır. “Benim ilgilendiğim şey malzemenin kendi üstünde ya da ışık içinden geçince neler olduğu” şeklinde ifade etmektedir. Yapılarında farklı yaklaşımlar üzerinden mekanda ışık etkisini sağlamayı amaçlayan Carpenter, ışığın bir kısmını “özelleştirip içeride kullanmak” ve kalanını da ileri teknoloji ürünü cam sandviçlerden geçirerek değişime uğratarak halkla paylaşmak için kullanmaktadır (43).

Sonuç
Tarih boyunca camın mimarlıktaki uygulanışı, panel ya da parça boyutları açısından belirleyici olan üretim teknikleri ile sınırlıydı. Camın kırılganlığı da üretimini, taşınmasını ve işlenişini pahalı hale getiriyordu. Ancak, üretim ve inşaat teknolojilerindeki gelişmeler yenilikçi uygulamalarda ve çağdaş mimarlıkta yapısal amaçlarla cam kullanılmasını olanaklı kıldı.

Cam, geleneksel mimari kalıpların değişmesine, yapı kabuğunda ve iç mekanda farklı algıların oluşmasına neden olmuştur. Camı, her mimar kendine göre yorumlamış ve kullanmıştır. Cam, tarihsel süreçteki gelişimini birçok işlevi yüklenerek, daha çok kullanım alanı bulmuştur. Hem estetik kaygılar, hem de yapı sağlığını ilgilendiren çözümleri ile anahtar malzeme durumuna gelmiştir. Cam, kullanıldığı her ideolojinin içinde kendine bir yer bulmuş ve mimarlığa da kimlik kazandırmıştır.

Cam, dışarıdan içeriye ışığı, ısıyı, sesi ve manzarayı kontrol edebilen, içeride aynı görevlere ek olarak algıları, duyguları yönlendirebilen çift taraflı değişken bir kişilik sergilemektedir. Görünmez bir malzeme olarak iç ve dış arasındaki ayrımı en aza indirmektedir.

Cam, her tasarımcı için yapı kabuğunda farklı görevlerle kullanılmıştır. Saydamlık, renk-ışık, ışık-gölge, ışık-yansıma-gölge etkisi gibi. Bu algısal çabaların yanında cam, her türlü yalıtım yapabilme yeteneğini de artırarak teknik özelliklerini güncelleyerek, hem estetik hem de işlevsel olabilme özelliklerini yenilenebilir, geliştirilebilir kılmıştır.

Cam, tarihsel süreç içindeki görevlerine ek olarak, sürdürülebilir mimarlık içinde de söz sahibidir. Geleceğin mimarlığı enerji üreten bir yapıdadır ya da öyle olmak zorundadır. Gelecekte, bilgi temelli üretime dayalı olması gereken mimarlık ürünleri içinde camın, çevreye ve yapıya katkıları artırılmış, enerji üretimine destek olan, gereksiz özelliklerinden ve ayrıntılardan arındırılmış bir yapıda olması hedeflenmiştir, bunun için gerekli altyapı da hazırlanmaktadır.

Kaynak : https://yapidergisi.com/degisim/